BAŞKA DİNDEN HAYATLAR BU TOPRAKLARDA HEP VARDI

0 GUN KARDEŞİMİ İŞTEN ALMAYA GİTMİŞTİM

Tarla başı Caddesi’ne geldiğimizde ortalik karışmıştı. 13 yaşındaydım.

Güç bela eve ulaştık. Yağmacılar, dükkânların camlarını kırıyor, evlere girmeye pal ışıyorlardı. Türk komşularımız, ellerinde Türk bay' ra kİ arıyla evimizin önüne gelip, yag macılara "Burada Rumlar oturmuyor" diyerek bizi kurtardılar. Aslında olaylar sırasında Türk komşularımız da çok korktu. Bir vahşet yaşanıyordu. Sel gibi geliyorlardı. Ne buldularsa ellerine geçirmişlerdi. Kazmalar, bıçaklar... Saldırganlar arasında hiç tanıdık yoktu. Hep dışarıdan gelmişlerdi. Her şey organize edilmiş gibiydi. Gece boyunca evimizden çıkmadık. Komşularımız, bize zarar gelmesin diye sabaha kadar yanımızda kaldılar. Sokaklar; kumaşlar, etler, yağmalanmış mallarla doluydu. Dedemin babası Nikola, Beylerbeyi Sarayı'nda, binbaşı rütbesiyle Gazi Osman Paşa'nın doktorluğunu yapmış; Rusların elinde esir bile kalmıştı. Yani kökeni saraya dayanan bir aileydik. Belki o nedenle, bütün bunlar bize çok ağır geldi. Çek üzücü bir geceydi. Olaylardan sonra dedemle Balık Pazarı'nda dolaşmaya, vaziyeti görmeye gittik. Her yer feci haldeydi. Bütün dükkânları talan etmişlerdi. Yağmalanmış malların üstünde yürüyorduk. O sırada iki kadın, “İyi oldu Rumlara" diye kendi aralarında konuşuyordu. Dedem başını çevirip “Hanım, yaşananların bedelini, yine hepimiz ödeyeceğiz. Bir laf ederken düşünerek konuşun” dedi. Şişli’deki Rum mezarlığına da gittik. Mezar taşlarını kırmış, ölülerimizin kemiklerini çıkanp altın dişlerini çalmışlardı. Akrabalarımız arasında tecavüze uğrayan da oldu. Tarabya'da, annemin ailesinden bir kızın başına geldi. 20-25 yaşlarındaydı. Olaydan sonra o kız ve ailesi, Türkiye'yi terk edip Atina'ya gitti. Yine Yedikule'de de bir tecavüz olayı yaşandığını duydum. Birçok Rum gibi, pek çok akrabam o dönemde ülkeyi terk etti.



HAYAT MECMUASI NIN FOTO MUHABİRİYDİM. Taksim'den, Açıkhava Tiyatrosuna r doğru, Halkoyunlarını Yayma ve Yaşatma Derneğinin düzenlediği etkinliğe gitmek için yürüyordum. Eptalofos kahvehanesine (Meydanda, şimdi dönercilerin bulunduğu yerde) vardım. Sanırım Rumlar işletiyordu. Baktım ki kahvehaneye saldırıyorlar. Her yerde camlar kırılıyor, ortalık yıkılıyor. Hangisine gideceğimi şaşırdım. Halkoyunlarını çekmekten vazgeçip olayları çekmeye başladım. Bir bakıyorsun, adam vitrine çıkmış, üst üste üç, beş palto giyiyor, ayakkabılarını çıkarmış, oradaki ayakkabıyı giymeye çalışıyor. Ingiliz kumaşını alıyorlar; kopartacaklar ama Ingiliz kumaşı çok sağlam, kopmuyor. Bir yandan komedi, diğer yandan büyük bir dram yaşanıyor. O yağmacı takımın içinde herkes vardı.Otomobiller, yerlere atılmış mallar yüzünden ileıieyemiyordu. Japon Magazası'nın önüne geldik. üst katta kuyruklu bir piyano vardı. Tam piyanoyu aşağı atacaklar, “Durun, atmayın. Makineme ayar yapayım öyle atın" dedim. Sonra ‘‘At” diye bağırdım ve fotoğrafı çektim. Nasıl olsa atacaktı, hiç değilse fotoğraf çektik. Gece yarısı sıkıyönetim ilan edildi. Kocaman İstiklal Caddesi'ne, iki er koymuşlar. Ben de o sırada askerden yeni gelmiştim. Yedek subaydım. Askerlere “Buradan kimseyi geçirmeyin!" dedim. Çünkü saldıranların asıl derdi, soygun yapmaktı. Rum dükkânı, Ermeni dükkânı diye ayırmıyorlardı. Sonra Rum kilisesine girdim. Her yer kırılıp dökülmüştü. Bir kız, tek başına, boşluğa doğru istavroz çıkarıyordu. O manzara aklımdan çıkmadı. Çektiğim fotoğrafları, yıkamadan yurt dışına, temsilciliğini yaptığım basın kuruluşlarına gönderdim. Filmler Paris Match, Stern, Time, Life gibi mecmualara gitti. Zaten Türkiye’de, dünya basınının hemen hepsini ben temsil ediyordum. Olayları benim fotoğraflarımla verdiler.





 OLAYLAR YAŞANDIĞINDA, 15 YADINDAYDIM.
  Bomonti’de yaşıyorduk. Birinci Katta oturuyorduk Sokakta koşuşturmalar başladı.

Karşıda Rumlara ait bir bakkal dııkkânı vardı. Oraya girdiler ve dükkân 10 dakika içerisinde tuz buz oldu. Paniğe kapıldık. Tüm aile, dördüncü kata piktik. O zamanlar havalı bir tüfeğim vardı. Onu ve mermilerimi de yanıma aldım. Yukarıdan olayları izlemeye başladım. Kapıcımız Mü-nire Hanım, "Burada gâvur yok" diyerek bizi ve tüm apartmanı kurtardı. Oysa apartman silme ‘gâvur'du. Sonradan babamın özel olarak arandığını duyduk. Mahallede, “Niko nerede kalıyor?” diye özellikle sormuşlar. Demek ki planlı gelmişler ama bulamamışlar. Babamın Beyoglu'nda trenpkot üzerine bir mağazası vardı. Borp alıp, dükkânı eylül ayına hazırlamıştı. Yağmacıların, dükkânın bulunduğu pasaja giremeyeceğini düşünüyordu. İkinci gün, dükkânı kontrol etmek ipin evden pikti. Tramvay palışmadıgı ipin yürüyerek gitti. Taksi m’de, yerde, bir trenpkot un üstünde kendi markasını görünce işyerinin yağmalandığını anlamış. Girip, her şeyi parçalamışlar.  'varlık vergisi’döneminde de açlık ve yoksulluk pekmiş, 1945'ten 1955'e kadar pok kötü bir 10 yıl ge-pirmiştî. Bu olaylar da onların üzerine geldi. O gün eve döndüğünde yanında bira getirmişti. “Kaç kere böyle olaylar yaşadım. Yeniden yaparız" diyerek bize umut verdi. Fakat sapları simsiyahken, bir hafta ipinde beyaza döndü. Trajik bir durumdu. O sırada 65 yaşındaydı. Yalnızca elinde var olanı kaybetmedi, bir de ödemesi gereken borçları vardı. Türk dostlarımız vardı. Çok tanınmış bir Türk profesör, bize mesaj gönderdi; annemin ve benim onlara sığınabileceğimizi söylüyor ama babama bir çağrıda bulunmuyordu. Annem "Birlikte kalacağız" diyerek teklifi geri çevirdi. Sonra Türk devleti, babama tazminat ödedi. Babam, sadece faturalarını gösterebildiği mallarının karşılığını alabildi. Komik bir rakamdı. O parayı aldıktan birkaç ay sonra da bu parayı kâr sayıp, vergisini aldılar.






 FERiKOY'D E OTURUYORDUK. Olaylar başlamadan birkaç gün önce, Taksim'de miting yapılacağını duymuştuk. Bir sabah kalktık ki bizimki dâhil, ne kadar gayrimüslim varsa hepsinin kapılarına kırmızı boyalarla hap pizmişler. Sonradan anladık, saldırılacak evleri önoeden belirlemişler. 6 Eylül akşamı, ilk hedef Beyoğlu oldu. İstiklâl Caddesi’ne girip dağıttılar. Kuyumcuları, elbise, ev aleti satan mağazaları talan ettiler. Beyoglu'ndan sonra Harbiye'ye geldiler. Sırada Feriköy ve Şişli vardı. Derken, gayrimüslimlerin mezarlarına saldırıp, ölüleri pıkardılar. Bunu hem zarar vermek, hem de takı ya da altın diş gibi değerli bir şeyler bulmak ipin yaptılar. Pek pok kadına tecavüz ettiler. Kiliselere saldırdılar. Dayak yiyenler oldu. Bizim semtte iki, üp bin kişi, evlere saldırmaya başladı. Yağmacılar kamyonlarla gelmişti. Demek ki tasarlanmış bir şeydi. Saldırganların ellerinde kazma, balta, kürek, bıpak ve ar vardı. 13 yaşındaydım ve pok korktum. Yaşananlar büyük bir vahşetti. Bütün semt korkuyordu.

Müslümanlar da korkuyordu. O gün babam yanına  iki silah aldı. Kapının önüne bir masa koydu,  Üzerine silahlarını, bir Türk bayrağını ve Atatürk’ün fotoğrafını yerleştirdi ve o şekilde beklemeye başladı. Evin önüne gelen, babamı görüp uzaklaşıyordu. Bu arada babam, lETT’nin 400 kişilik ekibinin usta başıydı.

Yağmacılar saldırırken, bir baktık ki yukarıdan bir grup daha geliyor. Babamın ekibindeki işçiler toplanıp bizi kurtarmaya gelmişler. Bu işçiler başka evleri de korudu. Müslüman komşularımız da bizi, evlerin arkasındaki bahçelerine alıp, sakladı. 20 Müslüman komşu, olaylar sırasında 50 gayrimüslim komşusuna sahip çıktı Evlere saldıranlardan bazılarını tanıyordum. Pangaltı taraflarından gelmişlerdi. Birisi boyacıydı, sonradan kanser oldu ve öldü. Hastalığının son dönemlerinde, "Canımı al" diye Allah’a yalvarıyordu. İkisini, alacak verecek davasından vurdular. 6-7 Eylül'den önce Feriköy'de komşuluk ilişkileri o kadar güzeldi ki geceleri kapımızı kapamazdık. Fakat bu olayları Türkiye Cumhuriyeti'ne yüklememek lâzım. Memleket bu olaylar yüzünden 50 sene geriye gitti.








 O SIRALAR. STATI ALESSANDR ADLI BiR RUMA MEFRUŞATÇI DÜKKANINDA ÇALIŞIYORDUM.

O gün Türkler, gayrimüslim esnaftı “Mıgır Efendi, istersen sen bugün dükkânı kapat da, git evine dinlen. Ortalık gergin" gibi tavsiyeler veriyorlardı. Ne olduğuna anlam vere miyorduk. Müşteri de gelmiyordu. Tanımadığı mız, daha önce görmediğimiz insanlar gruplar halinde tur atıyorlar, belli ki işaret bekliyorlardı. Tedirginlik artıyordu. Saatler ilerleyince, diğer azınlıklar gibi patronum da dükkânı kapattı. Eve doğru yürümeye başladım. istiklal Caddesi’ne ulaştım. Ekspress Gazetesi, ‘Atamızın evine bomba atıldı' başlığıyla pikti ve ortalık bir anda karıştı. Cadde felaketti. Tarlabaşı'ndaki evimize zor geldim. Kapıcımız Ahmet Efendi, elinde Türk bayrağı ile binanın önünde bekliyordu. Kalabalık yağmacı grup, kırıp dökerek kapımıza dayanınca. Ahmet Efendi "Burada gâvur yok” diye bağırdı. Bizi kurtardıktan sonra, kapıyı açtı, elindeki bayrağı içeri bırakıp, kazmasını aldı, yağmacıların arasına karıştı. İlerideki Rumların evlerine girip, yağmalamaya başladı. Komşumuz pasta neci Priftis, durumu hemen, aynı zamanda arkadaşı olan, yakındaki karakolun komiserine anlatmış. Komiser ona “Ben bugün polis değilim, bugün Türk'üm" demiş  ve geri yollamış. Olaylardan iki gün sonra, halamı merak ettik. Çengelköy'de bir yalıda, amcamın eşi ile beraber oturuyordu. Annemle beraber yanlarına gittik. Yalının kapısı açıktı. Orası da yagmalanmıştı. felaket bir durumdaydı. Evde sağlam tek bir eşya bile kalmamıştı. Köşeye bakınca, halamın ve yengemin çömelmiş vaziyette durduklarını gördük. İki gündür yerlerinden kımıldamadıkları belliydi. Tuvaletlerini oldukları yere yapmışlar; pislikler üzerlerine yapışmıştı. Çok kötü kokuyorlardı. Konuşamıyorlardı. Hastaneye kaldırdıktan ancak 15 gün kadar sonra yaşadıklarını anlatabildiler. 10-12 kişi içeri girmiş. Her şeyi kırıp parçalamışlar. Halam yağmacıların başındaki genç çocuğun onlara dönüp, “Bugün size dokunmadık. Malınıza zarar verdik. Bir daha geleceğiz. O zaman, hâlâ buradaysanız canınızı alacağız" dediğini anlattı. Olaylardan sonra Celal Bayar, Beyoglu’na çıkmıştı. Kendi ağzıyla “Bu kadar da demedik" dediğini, ben dâhil birçok kişi duydu.







Next
Previous
Click here for Comments

0 yorum: